KSG Sayı 245 MAKALELER

Tüm Kadın İşçilerimizin 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun! İnsanın insan tarafından sömürüldüğü bu düzende kadın işçilerimizin sömürüsü daha katmerlidir.

Burjuvazi kadın haklarının varlığını iddia ededursun. Kadın oldukları için erkek işçilerin ücretlerinden daha düşük çalışmaya zorlanan yine kadın işçilerimizdir. Kadın-erkek işçilerin dayanışması olmadan eşit işe eşit ücret talebi gerçekleşemez!

Kadın işçi kardeşlerimizin hamilelik izni, hastalık izni gibi haklarına sahip çıkmadan erkek işçilerin daha iyi yaşam talepleri gerçekleşemez. Hükümet kadın-erkek eşitliği konusunda demeçler verse de Asgari ücretle en fazla sömürülenler yine kadın işçilerdir. Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı ile en fazla kaybedecek olanlar yine kadın işçilerdir. Kadın işçilerimizin ve yoksul köylü kadınlarımızın kurtuluşu ancak KSP önderliğinde yürütülen mücadele ile elde edilebilir. Kadın işçiler! Erkek işçiler! İnsan gibi yaşamak istiyorsak kendi sendikalarımıza ve partimize sahip çıkalım! Sendikalarda ve KSP'de örgütlenelim! Sendikalarda, KSP'de ve yönetimde yerimizi alalım! Kadın-erkek ayrımı yaparak değil kadın-erkek işçi dayanışması ile mücadelemizi yükseltelim!

Demagojinin Böylesi

CTP Başkanı ve Başbakan Ferdi Sabit Soyer yoldaşımız Lefkoşa İlçe örgütü kongresinde solcu sözlerle hükümet olarak geçirmeye çalıştıkları yasalara sosyalizm bilimine sığınarak kılıf uydurmaya çalıştı. CTP'nin hükümete geldiğinden bu yana ilk defa sosyalizme bu kadar vurgu yapmasının işçi ve emekçi ve memur kesimler arasında son dönemde gelişen ve ivme kazanan eylemlerle bağıntılı olduğu açıkça görülüyor. Ferdi yoldaş, CTP-BG'nin kurulduğu günden beri öncülük yapan, sol, sosyalist bir parti olduğunu vurgulayarak, sol ve sosyalizmin durağan ve statik, solculuğun da yaftadan ibare olmadığını, solun durağan olduğu ortamlarda, yaftalardaki tüm keskin söyleme karşın, gericileştiğini ve sol düşüncenin özünün gelişme, ilerleme, refah için üretici güçlerin ilerlemesi olduğunu, ekonomik aklı önde tutan, sosyal adaleti savunan bir analizle politikalar üreten bir örgüt olduğu açıklamaları işçi sınıfı ideolojisi bilimsel sosyalizme bir meydan okuma anlamına geliyor. Biz CTP'nin sol ve sosyalist bir parti olup olmadığını öne sürdüğü gerekçelerle yaptığı uygulamaları ele almak zorundayız. Ne de olsa aynası işidir kişinin lafına bakılmaz... Bir kere Ferdi yoldaşımızın sol ve sosyalizmin durağan olmadığı konusundaki yaklaşımı gerçekten de doğrudur. Sol ve sosyalizmi durağan görenler, bundan 160 yıl önce Komünist Partisi Manifesto'su ile temelleri atılan bilimsel sosyalizmi anlamadığını gösteriyor. Marksizm-Leninizm olarak bilinen bilimsel sosyalizm saygınlığını kullanıp burjuva siyaset yapanlar ancak durağan kalabiliyor. Gerçekten de bilimsel sosyalizm ilkeleri ile hareket edenler üretici güçlerin ilerlemesi için mücadelelerini örgütlerler ve yürütürler. Ve toplumda üretimde aktif yer alan çalışanların ihtiyaçlarına cevap vermek için yaşanan değişimleri dikkate almak zorundadırlar. İyi de nedir bu üretici güçler ve nasıl ilerleyebilirler?İnsanoğlu yaşamını sürdürmek için üretim yapmak zorundadır. Üretim yapmadan ne yemek yiyebilir ne de diğer ihtiyaçlarını karşılayabilir. Üretim yapabilmek için insanoğlu kendi emeğini, iş nesnesini ve iş araçlarını bu üretim sürecinde kullanır. İnsan emeğinin üzerinde kullandığı her şey, yani ağaçlardaki meyveden tutun da maden ocaklarındaki madene kadar olan her şey, İŞ NESNESİdir. Bazı iş nesneleri daha sonra başka üretimde kullanılmak üzere hammadde olarak üretimde devreye girer. Ve insanoğlu bu iş nesnelerini etkilemek için, örneğin maden ocaklarından maden çıkarmak için, ya da çimento üretmek için alet-araç kullanır. Kullanılan aletlerin hepsine de İŞ ARAÇLARI adı verilir. Nasıl ki eski toplumlarda bir çekiç iş aracı idi bugünkü toplumda da bilgisayarlar iş araçlarından bir tanesidir. İş nesneleri ile iş araçlarının toplamına da ÜRETİM ARAÇLARI denir. Ve üretim araçları insan emeği değmeden tek başına hiçbir işe yaramaz. Onlar üretimin PASİF unsurlarıdırlar. Tam otomatik fabrikaların devreye girerek üretim yapabilmesi bile insan emeğini gerektirir. İnsanoğlu üretim yaparken gerek kafa gerekse de kol emeğini harcar. Nasıl ki bir inşaat işçisi kol emeğini harcayarak inşaat yapıyorsa bir bilgisayar programcısı da yazılım için kafa emeğini (klavyeyi de kullanarak da kol emeğini) harcıyor. Bu sayede üretim araçları harekete geçirilir ve yeni ürünler ortaya çıkar. Elbette ki bazı ürünler insanoğlu yaşamını ilerletmede kullanılırken bazıları da insanoğlunun yaşamına son vermede kullanılır (silahlar). İnsanoğlunun bu çalışma yeteneği İŞGÜCÜ olarak adlandırılır. Ve bu işgücü üretimin AKTİF unsurudur. Yani işgücü olmamış hiçbir üretim olmaz. Bu üretimde yer alan insanlar ise toplumun ÜRETİCİ GÜÇLERini oluştururlar. Tüm bu üretim sürecinde insanlar arasında bir ilişki ortaya çıkar. Üretimde ortaklaşa yapılan etkinlik ve karşılıklı değiş tokuş sayesinde bu üretim gerçekleşir. Günümüz kapitalist toplumunda bu üretim o kadar çok gelişmiştir ki artık bireysel üretimin toplam üretimdeki payı devede kulak olarak kalmıştır. Toplumsal -Sosyal- üretim hayatın her yerine yayılmıştır. Üretim toplumsal olduğu halde paylaşıma gelindiğinde bu paylaşımın bireysel olduğunu, yani ürünlerin sermaye sınıfı, kapitalistlerin mülkiyetinde kaldığını ve bunun da ÜRETİCİ GÜÇLERin ‚Äì yani üretimde yer alan insanların - gelişmesinde en büyük engel olduğunu görürüz. Ve ÜRETİCİ GÜÇLER geliştikleri için onların gelişmesini engelleyen kapitalist sınıfla çatışmak zorunda kalıyorlar. Kapitalist üretim ilişkilerine son vererek çok daha rahat ve hızlı gelişmek ister ÜRETİCİ GÜÇLER. Kapitalist-emperyalist şartlarda üretici güçlerin gelişiminin gereğinin yapılması kapitalizmi-emperyalizmi gereksiz kıldığı için kapitalistler-emperyalistler tarafından bu gelişim durdurulmak istenir. Bunun içindir ki üretici güçlerin gelişimine uygun üretim ilişkileri, bugün kapitalizm-emperyalizmin yıkılmasını ve sosyalizmin yeni ve üretici güçlerin gelişimine uygun bir üretim ilişkisi olarak kurulmasını zorunlu kılar. İyi de biz bunları neden açıklama ihtiyacı duyuyoruz? Sosyalizmden azıcık haberdar olan herkes Politik Ekonomi'den de haberdardır. Ve bu konuda Ferdi yoldaşımızın da haberdar olduğunu ümit ederiz. Haberdar olmasa ÜRETİCİ GÜÇLERin önünü açma gibi laflar da sarf etmezdi zaten... Ve bilimsel sosyalizmi azıcık anlayan herkes ÜRETİCİ GÜÇLERin önünün kapitalist üretim ilişkilerine son vererek açılacağını çok iyi bilir. Sınıf çatışması, grevler, protestolar vs. hep ÜRETİCİ GÜÇLERin önünün tıkanmasından dolayı patlak verir. Kapitalist toplum ve sermaye çevreleri bu sınıf çatışmasına karşı ya şiddet uygularlar ve çalışanları yani ÜRETİCİ GÜÇLERİ baskı altında tutarlar, ya da üretici güçleri yok ederek, yani onları üretimden devre dışı bırakarak, yani onları ya işsiz bırakarak ya da top-tüfek-füze ile öldürerek... Tüm bu yöntemler kapitalist üretimin krizlerle boğuşarak ayakta kaldığını gösteriyor. Ve kapitalist toplum tüm bu yıkımlardan sonra kısmi bir refaha kavuşur. Her şeyin güllük gülistanlık olduğunu ve olacağını vaat ederek. Ta ki başka bir çatışma ve krizle üretici güçler, yani çalışan insanlar, yıkıma uğratılana kadar. Bugünkü kapitalist-emperyalizm tam bir kısır döngü içinde varlığını ayakta tutmaya çalışıyor ve her defasında yarattığı yıkım geçmişe oranla daha da büyük oluyor. Bu nedenle değil midir ki dünyada 800 milyon her gün aç uyumak zorunda kalıyor. Bu nedenle değil midir ki binlerce gerek üniversite gerekse de lise mezunu gencimiz işsiz ve aile desteği ile ayakta durmak zorunda kalıyor... İyi de biz bunları neden açıklama ihtiyacı duyuyoruz? CTP hükümete gelirken refahtan söz etmişti, hala daha refahtan söz ediyor... Kuzey Kıbrıs'ta geçmişe oranla daha fazla refahın yaratıldığı bir gerçektir. Bunu kimse inkar edemez. Kişi başına gelirin de yılda 10 bin ABD dolarından fazla olduğu da bir gerçek. Ancak bu söylemler hep genel sözlerdir. Yaratılan refahın kimin ellerinde biriktiğine bir bakıldığında bir de ne görüyoruz? Bu refahın büyük çoğunluğunun, aslan payının, bir avuç sermaye sahibi olan kapitalist ve tüccarların elinde biriktiğidir. Bundan iki yıl önce aldığı asgari ücretle ev kiralayarak yaşamak zorunda kalan çocuksuz genç çiftler artık bugün aldığı asgari ücretle ev kiralayarak hayatlarını idame edemez duruma geldiler. Hele de bebek sahibi olan genç aileler büyükanne-büyükbaba yardımı olmadan yaşamlarını idame bile edemezler. İlkokul, ortaokul, lise ya da üniversitede çocuk okutanlardan söz etmiyoruz bile... Refahtan söz edip duran Soyer, kişi başına milli gelirin istatistiki verilerini böbürlenerek açıklarken, bir de o süre zarfındaki günlük yaşamda kullanılan tüm ihtiyaç ürünlerindeki ‚Äì ekmek, peynir, ev kirası, elektrik, su, gaz, sebze fiyatları, vs.- pahalılığının istatistiklerini verse nasıl olur? Ve Ferdi yoldaşımızın başını çektiği CTP hükümeti üretici güçlerin, yani çalışanların, yani üretenlerin, gelişmesinin önünde engel olan ve işçi-işveren, hükümet-memur, sınıfları arasında çatışmalarla kendisini açığa vuran kapitalist üretim ilişkilerini, uygulamaya koyduğu ya da koymaya çalıştığı yasalarla ''çağdaşlaştırmaya'' çalışıyor. Bunu da hepimize üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılması olarak yutturmaya çalışıyor. Tüm bu gerçekler bilindiği halde CTP hükümeti Tek Tip Sosyal Güvenlik Yasası'nın, enflasyonun yüzde 18 olduğu bu günlerde Asgari Ücret ve memurlara yüzde 8 maaş artışı dayatmasının üretici güçlerin önünü açma amaçlı olduğunu söylemsi tam bir DEMAGOJİ örneği değil de nedir?! Ve bu demagojiyi de haklılaştırmak için Ferdi yoldaş ''solun gericileştiğini'' ilan edecek kadar ileriye gidiyor. Gericileşen sol değil, solun saygınlığını kullanarak TC, AB ve ABD emperyalistleri ile aynı yatakta yuvarlanan ve Tony Blair sosyalizmini bize gerçek sosyalizmmiş gibi yutturmaya çalışan Perinçek ve onların Kıbrıs'taki gizli ve aşikar dostlarıdır. ''Her parlayan şey altın değildir'' diyor Lenin... Ne kadar da haklıymış... Çalışan kitlelerin, ter döken işçilerin, yoksul köylülerin ve dar gelirli memurların sol ve sosyalizme olan sempatisinin demagojilerle bu kadar alçakça sömürüldüğünü, Ferdi yoldaşımız kusura bakmasın ama, CTP'de daha önce görmemiştik. ''BM gözetiminde toplumlararası görüşmelerle AB üyesi ve federal bir Kıbrıs'' stratejisinin CTP'yi getirdiği nokta tüm çalışan kesimler tarafından görülüyor artık... Ve Ferdi yoldaşımızın ''AB kurallarının bunu gerektirdiği'' açıklaması ne kadar doğru ise ''kızıl elmacılar''ın AB düşmanlığı da o kadar sahtedir. Bu nedenle üretici güçlerin önünün tamamıyla açılmasını savunan bilimsel sosyalizm savunucuları gerek AB'nin sahte çağdaşlığına, gerek CTP'nin sosyalizm aldatmacasına gerekse de ''kızıl elmacılar''ın bağnaz milliyetçiliğine karşı amansız mücadeleyi kendilerine görev sayar.

Soyer'den Yurtseverlik Dersi

Geçtiğimiz hafta kamu sendikaları ile yapılan görüşmeleri değerlendiren Başbakan Ferdi Soyer yaşam standartlarını iyileştirmek için sendikaları aracılığı ile mücadele yürüten kamu çalışanlarına yurtseverlik dersi vermeye başladı. Soyer, Kıbrıs'ta barış talep eden kitlelere ve özellikle de kamu çalışanlarına ''AB üyesi federal bir Kıbrıs'' arzularından vazgeçmemeyi ve AB'yi tüm unsurları ile savunmayı tavsiye etti. Ardından da ''yarını düşünmeliyiz; kamuda görev almayıp diğer sektörlerde çalışarak ekmek yiyen herkese kaynak yaratmak zorundayız; yurtseverlik bilincinde olan sivil toplum örgütleri de olguları bu doğrultuda değerlendirmeleri gerekir'' diyerek hükümetle çatışmak zorunda kalan sendikaların yurtsever bilinci olmadıklarını ima etti. Soyer aslında basit dille şunları öğütlüyor: Madem ki AB üyeliğini istersiniz, Tek Tip Sosyal Güvenlik Yasasını da kabul edeceksiniz. Madem ki AB üyeliğini istersiniz, yaşam seviyesi düşük olan kuzey Kıbrıs'ta yaşam seviyeleri yüksek olan AB ülkelerinin hükümetlerinin yaptıklarını biz de yapacağız. Madem ki AB üyeliğini istersiniz, AB tekellerinin tüm dayatmalarını kabul edeceksiniz. Madem ki AB üyeliğini istersiniz, AB üyesi tüm ülkelerde kırpılan sosyal hakların kırpılmasını da kabul edeceksiniz. Soyer'in açıklamalarından başka anlam çıkmıyor bu konuda... Ve sonra bir avuç sermaye sahibi özel sektörün on binlerce işçiyi sömürerek işçilerin sırtından milyonlarca euro karlar elde etmelerinin desteklenmesini istiyor. Ne de olsa CTP hükümeti ''kamuda görev almayıp diğer sektörlerde çalışarak ekmek yiyen herkese kaynak yaratmak'' istiyor. özel sektörün daha da gelişmesini, devletin halkın ihtiyaçlarını karşılayan bir kurum değil de özel sektör olarak bilinen sermaye sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılayan bir kurum olarak faaliyetlerine devam etmesini istiyor. O sermaye sahipleri ki bir yandan milliyetçilikten söz ederken diğer yandan da ülkeyi karış karış yabancılara satarak milyonlarca sterlin vurgun yapıyorlar. O sermaye sahipleri ki kendi çıkarları uğruna kendi halkının kanının akıtılmasına razı oluyorlar. Kendi halkının emeğini TC ve diğer yabancı emperyalist ülkelere çok ucuza peşkeş çekiyorlar. Bu sermaye sahipleri mi YURTSEVER olan? YURTSEVER olmanın her şart altında özel sektörün işçileri ile yoksul köylülerin sömürülmesine boyun eğmemek olduğunu unutmuş bizim Başbakan... YURTSEVERLİK ülkesinin bağımsızlığı için mücadele etmektir; ülkesinin yabancı ordulardan arındırılmasını ve bağımsızlığını yabancı sermaye çevreleri ile ipotek altına alan sermaye çevreleri ve onların yalakalarına karşı mücadele etmektir. CTP'nin yurtseverlik anlayışının ne olduğunu artık bilemez duruma geldik. Yoksa YURTSEVERLİK tanımı CTP tarafından değiştirildi de biz mi bunu göremiyoruz?

Başbakan Soyer'in yurtseverliği konusunda hiç kuşkumuz yoktur. Ancak yurtseverlik olarak bize yutturulmaya çalışılan ''serbest piyasa liberal ekonomi''yi savunan burjuvaların yurtseverliği taa İkinci Dünya Savaşı sonrası yok oldu. 1950'lerden bu yana ENOSİS ve TAKSİM siyasetleri ile Ada'da Rum ve Türk halkını birbirine kırdırarak milyonlarca doları ceplerine indiren burjuva-kapitalist kafalılar değil miydi? Bunu nasıl da unutuverdik? Kıbrıs'ta YURTSEVER olmanın yolu yabancı emperyalistlerle işbirliği içerisinde çalışan yerli büyük burjuvalara karşı cephe almaktan geçer. Onların siyase lerinin emekçi halk arasında rezil edilmesinden ve halkın onlara destek vermelerini sıfırlamaktan geçer. Kıbrıs'ta YURTSEVER olmanın yolu yabancı emperyalistlerin adadaki tüm garantörlüklerine ve müdahalelerine karşı cephe almaktan geçer. Garantörlükler ile adayı bir manda ülkesine dönüştüren TC, Yunanistan ve İngiltere'nin garantörlüklerinin ve adada asker bulundurmalarının reddinden geçer. Sadece son dönemde Fransa'ya üs sağlanmasının ret edilmesinden geçmez! Kıbrıs'ta YURTSEVER olmanın yolu bir toprak sorunu olan Kıbrıs sorununun çözümü için büyük toprak sahiplerinin topraklarının millileştirilmesinden ve bu toprakların yabancılara satılmasını değil de ihtiyaçlı Rum-Türk işçi yoksul köylü ve memurların hizmetine sunulması için mücadeleden geçer. Kıbrıs'ta YURTSEVER olmanın yolu bir YURTSEVER PROGRAM olan Anti-Emperyalist Birleşik Cephe Hükümeti Programı'nın hayata geçirilmesi için canla başla çaba harcamaktan ve mücadele etmekten geçer.

Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı'ndaki Gerçekler

Demokratik kitle örgütlerinin bu günlerde gündemini, Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı oluşturmakta. örgütler bu yasaya karşı dururken, ilgili Bakan ve Hükümet yetkilileri ise her hal ve şartta bu yasa tasarısının yürürlüğe gireceğini söylüyorlar, yani örgütlere rağmen bu tasarının yasallaşacağını söylüyorlar. Bazı kitle örgütleri bu tasarının TC'den dayatıldığını o yüzden kökten ret edilmesi gerektiğini söylemekte, bazı kitle örgütleri ise içeriği üzerinde durarak bu tasarıya karşı cephe almaktadırlar. Ülkede yürürlükte olan yasaların tümü de bir yerlerden dayatılmadı mı? Bu yasalar ya TC'den, ya IMF'den, ya Dünya Bakası'ndan, ya da yerli büyük patronlar ve tüccarlar tarafından onların çıkarlarını korumak amacıyla dayatılıyor çalışanlara... Bu anlayış ile biz de bir çalışma yaptık, önce şuna baktık, ilgili Bakan'ın bu tasarıyı savunurken kullandığı argümanlar nelerdir? Sayın Bakan diyor ki, şimdiki şekli ile Sosyal Güvenlik fonu yürümez, yani battı, bu şekli ile 2010 yıllarında ne çalışanları, ne de emeklileri ödeyemeyecek. Buraya kadar doğru, yalnız ilgili Bakan'ın söylemediği halktan gizlediği bir gerçek var, bu fon nasıl battı? Sosyal güvenlik fonuna, her ay, işveren ve devlet, her çalışanın yatırdığı kadar prim yatırmak zorundadır. Halktan gizlenen gerçek işte burada; çalışanlar ve işveren düzenli olarak kendi primlerini yatırırken 1986 yılından beridir devlet bu fona hiç yatırım yapmamaktadır. Şu anda fonda 450 milyar TL (TL olarak veriyoruz daha anlaşılır olması bakımından) gibi bir birikim söz konusu, ancak devletin fona olan borcu 46 Trilyon TL olarak durmaktadır, bu para faizleri ile birlikte 52 Trilyona çıkıyor. Eğer devlet kendi üzerine düşen miktarı gününde bu fona yatırmış olsa, çalışanların geleceği olan bu fon şimdiki durumuna düşmezdi. Bırakın devletin borcunu ödemediğini, bir de çalışanların alın teri ile oluşturulan bu fonu gelmiş geçmiş tüm hükümetler de arpalık gibi kullanmakta, har vurup harman savurmaktadırlar. Demek ki hem şimdiki hükümet hem de geçmiş hükümetler öncelikle bu pervasızlığın hesabını çalışanlara vermeli. Kolaycılığa kaçıp da mevcut yasanın sürdürülebilir olmadığını söylemekle, çalışanların alın teri ile biriken bu fonun içini nasıl boşaldıklarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Ve bunun vebalini yine çalışanların boynuna yükleyerek, primlerin artırılmasını ve daha uzun çalışma hayatına ihtiyaç olduğunu söylemektedirler. Bu yasa tasarısında neler yok onlara bir bakalım. 1-Sosyal Güvenlik demek, tüm kesimlerin güvenliği demektir ki, bu tasarıda öyle bir güvenlik yok, örneğin çalışanların (işçi, memur) haklarını koruyacak olan ve daha iyi çalışma ortamı yaratacak olan sendikalardır, fakat bu yasada her çalışanın bir sendikaya üye olması zorunluluğu yoktur, yani çalışanlar patronların insafına terk ediliyor. 2-Kimse işsiz kalmak istememekte, fakat ülkedeki gerçek işsizler, işleyenler kadar fazla ve bu işsiz gençlerin işsizlik maaşı ödenmesi öngörülmüyor. 3-''özel Sektör çalışanları, kamu çalışanları ile eşitlenecek'' deniyordu, bu tasarıda öyle bir çalışma olmadığı gibi, kamu çalışanlarının hakları da budanarak özel sektör çalışanlarının olmayan haklarına eşitlenmekte, yani kötü olanı iyiye yanaştıracaklarına, iyi gibi duranı kötüye yanaştırmakta. 4-Bu tasarı sosyal eşitliği sağlamayacak, çalışanları, 87 öncesi ve sonrası gibi, bu yasa öncesi ve sonrası diye bir kez daha bölmekte. Ne diyor sayın Bakan? ''Bu yasa yürürlüğe girdikten sonra işe girecek olanları kapsamaktadır.'' Bir başka deyişle siz çalışanlar bu tasarı için ses çıkarmayın size bir şey yok, bırakın gelecek nesilleri tertipleyelim. 5-Bu tasarı ile özelde çalışan işçiler ile kamuda çalışan işçiler arasında eşitlik hiç sağlanmayacaktır, maaşları dengelenmeyecektir. Şimdiki maaş tablosu ile özelde çalışanlar 950 YTL asgari ücret ile işe başladıkları, kamuda çalışanların ise 1,650-1,700 YTL ile başladıkları gerçeği böyle bir mazeretle gizlenmeye çalışılıyor yönetenler tarafından.. Bu yasa tasarısında neler var bir de onlara bakalım. 1-Emeklilik 60 yaşında olacak, yani bir inşaat işçisi 60 yaşına kadar çamur yoğurmaya devam edecek, bir fabrika işçisi 60 yaşına kadar eğer gözleri görür ve enerjisi varsa makine önünde çalışacak. 2-Eğer bir işçi 60 yaşına kadar çalışamıyor ve 55 yaşında emekli olmak istiyorsa, emekli maaşı 60 yaş üzerinden hesaplanacak ve bu maaştan %30 daha az maaş alacak. 3-Hastalık sebebi ile çalışmayacak olanlara verilecek geçici iş görmezlik ödeneği hakkı, hastalığın başladığı tarihten geriye dönük 12 ay içinde 120 gün prim ödemesini şart koşuyor, ki şu anki yasada bu prim 90 gündür. 4-Doğum yapan, çalışanlar ise 12 ayda 120 gün prim yatırmış ise 8 hafta ödenekli doğum izni kullanabilecekler, eğer bu primleri yatırılmış değilse, veya işe girdikten 9 ay sonra doğum yapmış ise 16 hafta maaş alamayacak. 5-Emeklilik aylığı almak için 9,000 iş günü prim yatırmak koşulu vardır, Aylık hesaplama oranı ise 5,400 gün için her 360 güne %2,5 sonraki her 360 güne %2 olmak üzere toplam %57,5 olarak hesaplanır ve emeklilik maaşınız belirlenir. 6-Eğer 5,400 gün prim yatırmış iseniz ve yaşınız 63 ise, ömrünüz de varsa emekli olabilirsiniz, fakat yaşınız 63 dahi olsa ve 5,400 gün prim yatırımınız yoksa emekli olamazsınız. 7-9,000 iş günü yatırımınız varsa emekli olurken mevcut maaşınızın %57,5'ini maaş olarak alırsınız, 9,000 iş günü yatırımınız olmasına rağmen 55 yaşında emekli olmak istiyorsanız, bu sefer de 60 yaş üzerinden hesaplanan maaşınızın %40'ı kadar maaş alabileceksiniz. 8-Sağlık hizmetlerinden yararlanmak istiyorsanız (tedavi, ilaç, ameliyat) her tedavi için ayrı ayrı %20 tedavi bedeli ödemek zorunda kalacaksınız, hem sigortaya aylık hastalık primi yatıracaksınız hem de dönüp tedavi sırasında tedavi ücretinin %20'sini ödeyeceksiniz.

Bu yukarıda sıralananlar bu tasarı içindeki bir çok olan ve olmayanlardan birkaç tanesi. Bir de bu fonun Yönetim Kurulu var ki o da çok düşündürücü. Bu fonun çalışanların geleceği olduğunu iddia edenler tasarıda fon yönetimine, işçi temsilcisi olarak sadece 3 kişi ön görüyor, devlet tarafı 4 kişi , işveren tarafı ise 6 kişi olarak ön görülüyor. Devleti de işveren olarak hesap ederseniz 10 kişi işverenlerden, 3 kişi de işçilerden oluşacak 13 kişilik bir fon yönetimi. Bu gerçek ortada dururken bu tasarının içinde yönetim kurulunun özerk olduğundan bahsediyor ve yönetim kurulunun kimseden emir veya talimat almayacağından söz ediyor. Ne kadar inandırıcı değil mi? Ve ayni tasarı içinde, ''yönetim kurulu yasa ve tüzükler ile verilecek görevleri yerine getirir'' diyor. Peki sormak isteriz yasaları değiştirecek olan meclis, tüzükleri ise yapacak olanlar bakanlar kurulu ise, ''yönetim kurulu özerk ve emir almayacak'' denmesi ne kadar inandırıcıdır. Bu yasa tasarısı ile emeğe ve emekçiye saygı tamamen yitirilmiş, çalışanların uzun yıllar mücadele ile kazandığı haklar budanmak istenmektedir. Unutulmamalıdır ki ''hak verilmez alınır''. Bugün çalışanların mevcut hakları sermaye tarafından kendisine lütuf olarak sunulmamıştır, emekçiler bu haklarını kan ve ter ile grevler ve direnişler ile kazanmışlardır, şimdi ise bu hakları çalışanların elinden almak isteyenler var, gün mücadele günüdür. Tüm işçi ve emekçiler güçlerinizi birleştirin, daha güzel günler için mücadele verin.

Milliyetçiliğin Vardığı Nokta - Hellim Kavgası

Kıbrıs adası halkının uzun yıllar ürettiği hellim emperyalist-milliyetçi çatışmaya sahne oluyor. Geçen yıl baklava kavgası veren Rum ve Türk milliyetçiler şimdi de hellim kavgası vermeye başladı. AB kurumlarında Kıbrıslı Türkler ''hellim'' Kıbrıslı Rumlar ise ''halloumi'' için isim kavgası veriyor. Bu kavga bir yandan komik bir yandan ise sermaye çevrelerinin kendi tekellerini korumak için yürüttüğü bir kavgaya dönüştü. Kıbrıs Cumhuriyeti (KC) kurumları keçi ve koyun sütünden üretilen hellimin ''halloumi'' olarak adlandırılmasında ısrar ederken Kıbrıslı Türk hükümet kurumları ise ''hellim'' kelimesinin AB patentine girmesinde ısrar ediyor.

Hellim-Halloumi kavgasında madalyonun iki yüzü de vardır. AB ülkelerinde hala hazırda üretilen bazı ürünlere isimler belli yörelerde üretilirse ancak verilebilir. Buna da ''rekabette haksızlığı önleme'' gerekçesi getirilmektedir. AB'de ürün ismi kavgası yeni birşey değildir. Yıllar önce gazlı şarap olan şampanya AB'nin değişik ülkelerinde üretilmeye başlanınca Fransa'daki Champagne yöresi şarap üreticileri büyük kampanya yürüttüler ve sadece Champagne yöresinde üretilen gazlı şaraba bu ismin verilmesini AB yasaları ile güvence altına aldılar. Böylece serbest rekabeti göklere çıkaran AB gazlı şarapta tekelin oluşmasını sağlamış oldu. Şampanyadan sonra sosis, peynir ve bir dizi tarım ürünleri aynı muameleyi görmeye başladı. Sıra halloumi-hellim'e geldi. Gerek güney gerekse de kuzey Kıbrıs hellim üreticileri Kıbrıs'a özel olan bu ürünü birçok ülkede kayıt altına almaya başladı. Kıbrıs Cumhuriyeti 1990'ların başında ABD'de bu ürünü kayıt altına alırken AB'de bu kayıt altına alma işlemini geçtiğimiz yıl devreye koydu. Hellim-Halloumi gerek kuzey gerekse de güney Kıbrıs'ta büyük bir piyasaya sahiptir. Bu ürünlere ayrıca özellikle İngiltere ve Orta Doğu ülkelerinde de büyük bir rağbet olduğu dikkate alındığında bu kavganın arkasında milyonlarca euroluk bir piyasa olduğu açıkça görülüyor. Ve Hellim-Halloumi üreticileri kendi hükümetlerini devreye koyarak Hellim-Halloumi üretim tekeli ile piyasayı ellerinde tutmak istiyorlar. Hele de bu piyasadaki rekabet ''kuzey'' ya da ''güney'' burjuvaları arasında bir rekabete dönüştüğünde bu olay milliyetçiliği körüklemek için bir araç haline gelir. Kuzey'de Talat Güney'de Papadopullos Kıbrıs sorunu tartışmasını şimdi Hellim-Halloumi aracılığı ile yapmaya başladılar. Kıbrıslı Rum ve Türk burjuvalar ne kadar da Kıbrıs'ta anlaşma istediklerini dile getirseler de Hellim-Halloumi olayı, bu burjuvaların en küçük bir olay karşında milliyetçiliğe baş vurarak burjuva-emperyalist bir anlaşmayı dahi yapamayacaklarını açıkça gösteriyorlar. Kıbrıs'ta bayrak milliyetçiliğine şimdi bir yenisi daha eklendi. Hellim-Halloumi milliyetçiliği!